Ana Sayfa
Kavram Arama : THS Google   |   Forum İçi Arama  

Üye İsmi
Şifre

Aktif Makale Bir Kararın Sonuçları Ve Düşündürdükleri

Yazan : Turabi Tural [Yazarla İletişim]
Avukat

Makale Özeti
Anayasa Mahkemesi’nin 2003/10 esas 2006/106 sayılı kararı ile 506 sayılı yasanın “26. maddesinin 3395 sayılı Yasa ile değiştirilen birinci fıkrasının bir bölümünün iptal edilmesi İle ortaya çıkan sorun (mahkeme kararlarının bağlayıcılığının kapsam ve niteliği)üzerine bir inceleme
Yazarın Notu
http://www.turabitural.av.tr/html/gerekce.html web adresinde 17.10.2007 tarihinde yayımlandı

BİR KARARIN SONUÇLARI

VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Anayasa Mahkemesi’nin 2003/10 esas 2006/106 sayılı kararı ile 506 sayılı yasanın “26. maddesinin 3395 sayılı Yasa ile değiştirilen birinci fıkrasının bir bölümünün iptal edilmesi
İle ortaya çıkan sorun üzerine bir inceleme
(mahkeme kararlarının bağlayıcılığının kapsam ve niteliği)


GİRİŞ
21.03.2007 gün ve 26469 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Anayasa Mahkemesi’nin 2003/10 esas 2006/106 sayılı kararı ile 506 sayılı yasanın “26. maddesinin 3395 sayılı Yasa ile değiştirilen birinci fıkrasının ‘... sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarlarla sınırlı olmak üzere ...’ bölümünün iptaline” karar verildi.
Kararın gerekçesinden Anayasa Mahkemesi’nin 23.11.2006 günlü kararında “1.7.1994 günlü, E.1992/3, K.1994/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararındaki yorumun” iptali istenilen “…sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebileceği miktarla sınırlı olmak üzere” bölümünün anılan sorumluluğun kapsamının belirlenmesinde, sigortalıya bağlanan gelirlerde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeni ile yapılacak artışların da işverenden istenebilmesini olanaklı kıldığı” anlaşıldığı için anılı iptal hükmünün kurulduğu anlaşılmakta.
Kararın “Adli Yargı” yargılama kolundaki yansıması ise farklı oldu; Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, Sosyal Sigortalar Kurumu’nun işverenler aleyhine açtığı “rücu” davalarında,
Alıntı:
“26. maddedeki anılan cümlenin iptali ile Kurumun rücu hakkının; yasadan doğan kendine özgü ve sigortalı yada hak sahiplerinin hakkından bağımsız basit rücu hakkına dönüşmüş olması karşısında,ilk peşin değerli gelirlerin;tazmin sorumlularının kusuruna isabet eden miktarla sınırlı şekilde hüküm kurulması (…) tazmin sorumlusunun sigortalıya veya hak sahiplerine yapmış olduğu her türlü ödemenin Kurumun rücu alacağından düşülmesine imkan bulunmadığı (…) sigortalı yada hak sahiplerine bağlanan gelirlerin “ilk peşin değerlerinin” talep edilebileceği “artışlarının istenilemeyeceği” içtihada bağlandı. ( 1 )

Ancak, işçiler tarafından açılan “tazminat” davalarının temyiz incelemesinin yapıldığı Yargıtay 21. Hukuk Dairesi, halen eski uygulamasını sürdürmekte, işçiler ve haksahipleri tarafından işverenleri aleyhine açılan “işgücü yoksunluğu” yada maddi tazminat davalarında, hesaplanacak
Alıntı:
“kazançlar toplamından kusur oranı ve maluliyete göre indirim yapıldıktan sonra Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından bildirilen en son peşin sermaye değerinin( 2 )
(gelirlerde meydana gelen artışlarla son peşin değerlerinin) indirilmesi suretiyle işverenin sorumlu olduğu maddi tazminat miktarından belirlenmesi uygulamasını sürdürmekte

Bu çalışma ile, tazminat hukuku alanındaki bu iki farklı uygulama ve pozitif hukuk normlarına göre yerindeliği irdelenmeye çalışılacak.

ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARININ BAĞLAYICILIĞI

1982 Anayasasının 153. maddesine göre Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete'de hemen yayımlanır; yasama, yürütme ve yargı organlarını, yönetsel makamları, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Bu kararlara karsı herhangi bir başvuru yerinin bulunmaması, Anayasa Mahkemesi kararlarının “kesin kararlar” olduğunu gösterir.
1982 Anayasasının 141 inci maddesinde “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır” düzenlemesine paralel olarak usul kanunlarında kararların gerekçeli olacağına ilişkin düzenlemeler vardır. bu yasal düzenlemeler, yargıcın, uyuşmazlık konusu olan olay hakkında tüm kanıtları toplaması, tartışması, bu kanıtlardan hangilerine değer vermediğinin nedeni, hangilerini üstün tuttuğunun neden hukuki dayanaklarını değerlendirdikten sonra bir sonuca varmasının zorunlu kılan normlardır. Bu yargılama yönteminin izlemesi suretiyle hüküm kurulduğunda, uyuşmazlık konusu maddi olgularla hüküm fıkrası arasında bir bağlantı kurularak kararın doğruluğu denetlenmiş ve davanın tarafları tatmin ve inandırılmış olacaktır.( 3 )
Mahkemelerce kurulacak hükümlerin zorunlu unsurlarından olan gerekçe, kararın nedenini, dayandığı kanuni ve hukuki sebeplerin isabetli ve hükmün doğru olup olmadığını anlaşılmasında en belirleyici bölümüdür
Başka bir anlatımla, mahkemelerin, tüm sorulan soruları ayrıntılı olarak cevaplama zorunlulukları yoksa da sadece davanın sonucuna etkili olay olgu ve argümanları ve kararın verilmesine neden olan temelleri yeteri açıklıkta ve ayrıca belirtmekle olan “KARAR” kısmıdır gerekçe. Yada, bir mahkeme kararındaki “gerekçe”nin, kurulan “hüküm” bölümünün temel yapısını oluşturur. “Gerekçe” ile çelişen “hüküm” hukuk düzeninin kabul edemeyeceği bir sonuçtur.
Alıntı:
Maddi ve hukuki olgulara uygun düşmeyen gerekçe ile varılan sonuç doğru Görülmeyerek”
bozulan Yargıtay kararları az rastlanır değildir.( 4 ) İzlediğimiz bir davada, mahkemece kurulan karar “Mahkeme kararının gerekçe kısmında tediye makbuzuna değer verilmediği belirtilmiş olmakla birlikte … tediye makbuzunda geçen ödemeleri mahsup eden sonuca göre karar verilmesi hatalı olmuştur” ( 5 ) gerçekleşmesinin bozma nedeni yapılması, gösterebileceğimiz kendi uygulamamızda elde ettiğimiz birden çok içtihattan biridir.
Hukuk sistemimizde, yasama organının Anayasanın bir maddesini, Anayasa Mahkemesinin yorumladığı şekilde yorumlamasını emreden bir hüküm yok. Hatta Anayasa Mahkemesinin kararlarının gerekçesinin de bağlayıcı sayılmasının
Alıntı:
“Anayasanın bir maddesi konusundaki yorumunun yasama, yürütme ve yargı organlarını ve hatta ülkedeki herkesi bağlamasının anlamının, Anayasa Mahkemesinin diktatör olduğu totaliter bir sisteme girme” anlamına geldiğini savunanlar olduğu gibi (Kemal Gözler) “Bir mahkeme kararı gerekçe ve hüküm fıkrasıyla bütün olduğuna göre, Anayasa Mahkemesi kararlarındaki gerekçenin de bağlayıcı olması gerektiği” yolundaki görüşler de vardır.(Bülent Tanör-Necmi Yüzbaşıoğlu ve Yılmaz Alieferdioğlu) Baskın görüş ise Anayasa Mahkemesi kararlarının da gerekçesi (Anayasanın bir maddesinin anlamı konusundaki yorumları) ve hüküm fıkrası ile bir bütün olarak bağlayıcı olduğu yönündedir. ( 6 )
Anayasa Mahkemesi de kendi kararlarının bir bütün olarak bağlayıcılığını şu sözlerle ifade etmektedir.
Alıntı:

Anayasanın 153. maddesinde belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için iptal edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından aynı ya da benzeri olması gerekir.”
Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile yönetim makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı öngörülmüştür. (….) Başta yasama organı olmak üzere yasama ve yürütme, kararların yalnız sonuçları ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Gerekçeleriyle birlikte kararlar, yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. (…)
Hukuk devletinde, yasama organını da kapsayacak biçimde devletin bütün organları üzerinde, hukukun ve Anayasa’nın mutlak egemenliği vardır. Yasakoyucu her zaman hukukun ve Anayasa’nın üstün kuralları ile bağlıdır. Anayasal denetim bu amacı gerçekleştirmektedir. Bu nedenle de Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesine yer verilmiştir. ( 7 )
Anayasa Mahkemesi kararında vurguladığı üzere, Anayasa, yasaların anayasaya uygunluk denetimi yapmak üzere yorum yapma yetkisini yalnızca Anaya Mahkemesi’ne verilmiştir. Öyle ise kararlarındaki, bir yasa hükmünün ne anlama geldiği hususundaki yorumu olarak gerekçesi de bütün devlet organları yönünden bağlayıcı sayılmalıdır.
Mahkemece kurulan kararlar, bütünlüğü ile varlık kazanırlar, Mahkemelerin yargılama usullerini düzenleyen kanunlarda, mahkeme kararın varlık kazanması için bulunması zorunlu unsurların neler olduğu ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Örneğin HMUK. 388. maddesinde “Karar aşağıdaki hususları kapsar:” başlığı ile 5 (beş) bent halinde (gerekçe 3 nolu bentte) sayılmıştır.
Son fıkrada ise “Hüküm sonucu kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, istek sonuçlarından her biri hakkında verilen hükümle taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, mümkünse sıra numarası altında birer birer, açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir” düzenlemesi vardır. “Hüküm sonucu kısmında” anlatımı, “hüküm sonucu”nun “KARARIN” bir bölümü olduğu ve uyuşmazlığın kesin çözümünün bu bölümde vurgulanması gerektiği vurgulanmıştır. “Gerekçe … tekrar edilmeksizin” sözleri dahi, “hüküm sonucunu” gerekçeye mutlak anlamda bağlayan normatif düzenlemedir.
Anayasa Mahkemesi kararlarının diğer “Yüksek Mahkemeleri bağlayıcılığı” da mahkemenin 18/11/1969 gün ve 1969/30 Esas 1969/65 Karar sayılı kararında söyle ifade edilmiştir.
Alıntı:
Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi kararlan kesindir. Kesin yargı kararı, kararı veren mahkemece veya başka bir yargı yerince yeniden incelenip değiştirilmesi olanağı bulunmayan karar demektir. Anayasa Mahkemesinin Anayasa'ya aykırılık iddialarına ilişkin kararları Anayasa'nın 149. veya 151. maddelerine dayanılarak yapılmış belli istemler üzerine verilebileceğinden her kararın kesinliği de o kararın verilmesini gerektiren belli dava veya itiraz açısından söz konusu olabilir. Bu durumun sonucu olarak belirli bir dava veya itirazın karara bağlanması aynı konuda bir başka dava veya itirazın Anayasa Mahkemesine gelmesine ve incelenmesine engellik edemez.
Yargıtay’ca, 5617 sayılı Kanunun uygulanmasında ilân bir yürürlük koşulu olarak kabul edildiği için burada bir kanun hükmünün yüksek mahkemelerce uygulanış veya yorumlanış biçiminin kanunların Anayasa'ya uygunluğunun denetiminde bağlayıcı nitelikte olup olmadığına da değinmek yerinde olacaktır.
Anayasa Mahkemesinin, Anayasa'ya uygunluk denetimi görevini yaparken bir kanun hükmünün yüksek mahkemelerce uygulanmasında benimsenen içtihatlarla bağlı olduğunu gösteren bir hüküm ne Anayasa'da ne de Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri hakkındaki 44 sayılı Kanunda yer almıştır. Esasen yüksek mahkeme içtihatlarının değişmez olmadığı; zaman zaman içtihat değişikliklerinin ortaya çıktığı; yüksek mahkeme daireleri ile genel kurul kararlarının aynı kuruluş içindeki öteki daireleri dahi bağlayıcı niteliği bulunmadığı gözönünde tutulunca, bunların, Anayasa Mahkemesini bağlayacağını savunabilmek için haklı bir hukuki neden gösterilemez. Bu açıklamalarda şu sonuç çıkmaktadır;Anayasa Mahkemesi, gerek iptal dâvası gerekse itiraz yolu ile Anayasa'ya aykırılığı öne sürülen bir kanun hükmünün anlamını, kendi hukuk görüş ve anlayışı açısından incelemeli ve o hükmün bu anlam içinde Anayasa'ya uygunluğu denetlenmelidir

Yargıtay ve Danıştay kararlarında da, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığının kapsamı konusunda içtihat birliği gözlenmemektedir. İnceleme olanağı bulduğumuz Yargıtay Kararlarından birinde, “Anayasa Mahkemesinin yorum ve kararlarında yazılı gerekçelerin bağlayıcı olmadığı” ifade edilmesine rağmen, içerik olarak Anayasa Mahkemesi’nin 506 sayılı yasanın 26. maddesi ile ilgili iptal isteminin red gerekçesinin aynen benimsendiği görülmektedir. Buna ilişkin anlatım şöyle:
Alıntı:
Anayasa Mahkemesinin yorum ve kararlarında yazılı gerekçeler bağlayıcı olmamakla beraber anılan kararlardaki yorum ve gerekçelerle verilen sonucu doğrulamaktadır. Anayasa Mahkemesinin 2.5.1991 tarih 28/11 sayılı kararı, gelirin ilk peşin değerinin dava edilmesi nedeniyle 26. maddenin iptali için dava hakkında olduğundan, bu son kararda 26. maddenin gelir artışları konusunda kuruma rücu hakkı verip vermediği tartışılmamıştır. (….)
26. madde; gelirlerde meydana gelen artışlar konusunda yukarıda açıklandığı gibi kuruma rücu hakkı vermediğinden hak sahiplerinin işverenden isteyebilecekleri tazminat miktarı ile ilk bağlanan gelirlerin peşin değeri arasında kalan karşılanmamış zararı işverenden istemek hakkı hak sahiplerine aittir. Bu nedenle hak sahiplerinin, karşılanmamış zararlarını dava yolu ile işverenden tahsil ettikten sonra kurumun gelir artışlarını işveren ya da hak sahiplerinden istemek hakkı yoktur. ( 8 )
Diğer kimi kararlarda ise, gerekçelerin bağlayıcılığından söz edilmeden, Anayasa Mahkemesi Kararı gerekçesi olduğu bertilen anlatımlar bozma nedeni yapılmıştır.
Bazı örnekler şöyle:
Alıntı:
Anayasa Mahkemesi kararında, tabii babalığına karar verilen çocuğun nesepsiz olmayıp, gayri sahih nesepli olduğu vurgulandıktan sonra, aralarında Kanunun tanıdığı manada evlilik bağı kurulamayan kadınla erkeğin ilişkisinden dünyaya gelen çocuğun, sahih nesepli olamıyacağı, bunların gayri sahih nesepli olabilmeleri için de tanınması veya babalıklarına hüküm verilmesi gerekeceği, Ancak evlilik dışı doğan çocukların zayıf bir statüde tutulmasının, düşünülemiyeceği çocuğun kendi iradesi dışında gelişen olaylardan da sorumlu tutulamıyacağı böylece evlilik dışı çocukların, babasından hiç miras alamıyacağı ve sahih nesepliye oranla yarısını almasının savunulamıyacağı, bu çocukların toplum dışına itilerek, horlanarak; bazı temel haklardan yoksun bırakılarak aile dışında tutulmasının benimsenemiyeceğine işaretle Yasadaki düzenlemeyi (miras yönünden) Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik, 35. maddesindeki mülkiyet ve 41. maddesindeki ailenin korunmasına ilişkin maddelerine aykırı bularak iptal etmiştir. Kararın gerekçesinde ayrıca iptal sonucu ortaya çıkan duruma göre, Medeni Kanunun 443. maddesinin birinci fıkrası uyarınca, nesebi sahih olmayan hısımların, ana tarafından nesebi sahih hısımlar gibi mirasçı olma durumunu devam edeceği ve ayrıca bunların Medeni Kanunun 290. maddesine göre tahakkuk eden babalarından miras alabilecekleri de açıkça dile getirmiştir
Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararındaki temel görüş, Medeni Kanunun 290. maddesine göre tam veya tabii babalığına karar verilen çocukların, (nesebi sahih olmayan çocukların) nesebi sahih çocuklar gibi, mirasta eşit pay almaları biçiminde özetlenebilir ( 9 )

Alıntı:

Anayasa Mahkemesinin 1987/31-13 sayılı kararının gerekçesinde şu görüşlere yer verilmiştir.
a)Orman sınırı dışına çıkartılan alanlardaki tapulu yerler:
aa) Orman sınırı dışına çıkartılan tapulu yerler, o andan başlayarak orman olma niteliğini, orman olma niteliklerini yitirirler. Bu bakımdan eski, geçersiz tapulara değer vermek, (devlet ormanlarının mülkiyetinin devrolunamayacağını öngören) Anayasanın 169. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne aykırı düşmektedir. Verilen orman değil, orman olmaktan çıkmış, bir kamu mülküdür.
bb) ...orman sınırı dışına çıkartılan tapulu yerlerin... geçersiz tapu sahibine verilmesi Anayasanın 170. maddesine aykırıdır.
b)Orman sınırı içinde kalan tapulu yerler:
"... Devlet ormanını ve toprağıyla birlikte orman sayılan bir yeri, yerleşim, dağıtım yoluyla özel mülkiyete konu yapmak ya da devretmek anayasanın yasakladığı hususlardandır. 6831 sayılı Yasanın 1. maddesine göre, orman içi bir yere ilişkin olarak sonradan alınan tapu gibi orman tahdit edildikten sonra, daha önce alınmış olsa da hukuksal değerini yitirip geçersiz duruma düşen kaydı, denetlenen üçüncü fıkra geçerli kılmakta, kayıtlarda yazılı malikleri hak sahibi saymaktadır. Sözü edilen fıkranın böylece, 6831 sayılı Yasanın 2896 ve 3373 sayılı Yasalarla değişik 1. maddesinin (F) ve (G) fıkralarına karşın, hiçbir koşul aramaksızın, tarım arazisi niteliği bulunmayan, tümüyle orman örtüsü kaplı ve orman sayılan bir yer için ne suretle alınmış olursa olsun tapuları geçerli sayarak adı yazılı kimse adına tescilini sağlamaktır.
Anayasanın 169. maddesinin son fıkrasının olanaklı kıldığı durumlar dışında orman sınırlarında daraltma yapılamaz. Kime olursa olsun, orman içindeki tapulu yerlerin verilmesi bir tür daraltmadır. Üçüncü fıkranın sınırlama kararı uyarınca incelenen ibaresi, bu nedenle Anayasanın 169. maddesine aykırıdır.
Orman sınırı dışına çıkarılsa bile tapu malikine verilemeyecek bir yerin, orman niteliğini taşırken de verilmemesi gerekir. Yasa koyucu, bu yerleri geçersiz tapu sahiplerine mutlaka vermek istiyorsa, Anayasanın öngördüğü sınırlara uygun yeni bir orman tanımı yapmak zorundadır.Açıklanan nedenlerle üçüncü fıkradaki "...tapulu yerlerle" ibaresi iptal edilmelidir.
Görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi bu kararlarında, kesinleşen orman kadastrosu sınırları içinde kalan yerlerdeki tapu kayıtlarına değer verilemeyeceğini kabul ettiği gibi, orman sınırları dışına çıkartılan yerlere ait tapu kayıtlarına dahi değer verilmemesinin Anayasaya aykırı olduğunu vurgulayarak iptal kararı vermiştir.( 10 )

Alıntı:
Burada tartışma konusu olan tabii Anayasa Mahkemesinin kararı veya gerekçeleri değildir. Ancak Anayasanın 153/2.maddesinde "Anayasa Mahkemesi bir yasa kuralını iptal ederken kanun koyucu gibi hareketle yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez." kuralı yer almaktadır. Yüksek Danıştay, 8.Dairenin 1986/402- 1988/192 sayılı kararında ( Danıştay Dergisi 72-73 sayı sayfa 516 ) ifade ettiği gibi, bu kural yalnızca Anayasa Mahkemesine hitap etmemektedir. Yine Anayasanın aynı maddesi uyarınca tüm mahkemeleri bağlayıcı nitelikteki Anayasa Mahkemesi kararlarına kapsam tayin ederken söz konusu 153/2.madde hükümlerini dikkate almak zorunluluğu ortadadır. Yargıtay bu konuda da bağımsız yorum hak ve yetkisine sahiptir. ( 11 )

Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun bir kararında ise
Alıntı:

Anayasa Mahkemesi de 26/12/1988 günlü Resmi Gazetede yayınlanan 27/9/1988 günlü ve 1988-27, 1988-28 ve 1988-29 sayılı kararlarında, gecikme faizinin mali ceza olarak nitelendirilemeyeceği sonucuna varmış, aksi görüşle ileri sürülen 112 nci madde hükmünün Anayasaya aykırı bulunduğu iddiasını yerinde görmemiştir
Nitekim Anayasa Mahkemesinin yukarıda sözü edilen konuya ilişkin kararlarında, "gecikme faizi uygulamasının, bu uygulamayı getiren kanunun yürürlüğe girmesinden sonra gerçekleşen gelir yaratıcı olaylara uygulanması durumunda" kanunların geriye yürümezliği ilkesinin ihlalinden söz edilemeyeceği belirtilmekle, daha önceki dönemlere ilişkin vergilere gecikme faizi uygulamasının ilkeye aykırı olacağı ifade edilmiş olmaktadır.( 12 )
Görüşü dile getirilirken, Danıştay 6. Dairesi’nin bir kararında ise açık ve net olarak, Anayasa Mahkemesi Kararlarının “yalnız sonuçları ile değil bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de” bağlayıcı olduğu dile getirilmektedir.
Alıntı:
Anayasa Mahkemesince verilen süre içerisinde yasama organınca konu ile ilgili henüz yeni bir yasal düzenleme yapılmamış olmakla birlikte, Anayasanın 153. maddesinin son fıkrasında yer verilen "Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede yayımlanır ve Yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar" hükmü karşısında, Anayasa Mahkemesinin sözü edilen iptal kararının dava konusu uyuşmazlığın görülmekte olduğu yargı merciini bağladığı açık olduğu gibi bu kural gereğince yasama organı yapacağı düzenlemelerde konu ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararlarını gözönünde bulundurmak yükümlülüğündedir. Başta Yasama organı olmak üzere yasama ve yürütme, kararların yalnız sonuçları ile değil bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Gerekçeleriyle birlikte kararlar, yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Bu itibarla yasama organı düzenlemelerde bulunurken, iptal edilen yasalara ilişkin kararların sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. ( 13 )

Danıştay 1. Dairesi de benzer içtihatta bulunmakta
Alıntı:

Anayasa Mahkemesi kararının, Emniyet Teşkilat Kanununun 55 inci maddesinin ondördüncü fıkrasında yer alan ..." polis amiri olduktan sonra yapılan ... bölümünün iptaline ilişkin kısmının gerekçesinde ise;
55. maddenin ondördüncü fıkrasında, rütbe kıdeminde değerlendirilmeyecek durumlar gösterilmiş, ancak polis amiri olduktan sonra yapılan askerlik hizmeti ise değerlendirilecek süreler arasına alınmıştır. (… )
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi kararlarında vurgulandığı üzere Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği kuralı, kazanılmış hakların korunmasını amaçlamaktadır. Bu kuralın yalnız söze bağlı kalınarak yorumlanması, hukuk devleti ilkesine ve bu ilke içinde var olan adalet ve eşitlik ilkelerine aykırı sonuçlar verebilecek ve itiraz yoluyla yapılacak denetimin de amacına ters düşecektir.( 14 )

506 SAYILI YASANIN 26. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMLERİ
ÜZERİNE VERİLEN ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI
506 sayılı Yasa’nın 26. maddesindeki hükümlerinin Anayasa’ya aykırılığı, değişik tarihlerde açılan itiraz davalarında, üç kez Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmiştir. Açılan iptal davaları üzerine 23.5.1972 gün ve 1972/2 Esas, 1972/28 Karar sayılı, 18.3.1976 gün ve 1975/198 Esas, 1976/18 Karar sayılı, 20.12.1983 gün 1982/4 Esas, 1983/17 Karar sayılı, keza 2.5.1991 gün ve 1990/28 Esas , 1991/11 Karar sayılı kararlarıyla itiraz konusu hükmün Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna varılarak istemler reddedilmiştir
506 Sayılı Yasanın 26. maddesi’nin iptali ile ilgili davalar nedeniyle Anayasa Mahkemesi Kararları’ndaki gerekçeye bakmak, Anayasa Mahkemesi’nin 26. maddenin anlamı ile ilgili yorumunu bağlayıcı olduğunu kabul gerekir.
Bu anlamda irdelediğimizde de 26. maddesinin birinci fıkrasının "ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri toplamı İşverenden alınır"; yolundaki hükmünün anlamı ve kapsamı ile ilgili değerlendirmesi şöyle:
Alıntı:

Sözü edilen fıkra hükmü, sorumluluğun kapsamını şu biçimde çizmiştir. "Kurumca sigortalıya veya haksahibi kimselerine yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarı ile gelir bağlanırsa bu gelirin 22 nci maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri toplamı işverenden alınır." Bu kural incelendiğinde iki husus göze çarpmaktadır. Bunlardan birincisi, iş kazası neticesinde kesin, değişmeyen, fiili ve hukuki bir sonucun ortaya çıkması halidir. Fıkra hükmünün öngördüğü koşullar içinde oluşan bir iş kazasında sigortalı bir işçinin hayatını kaybetmiş olması bu hale örnek olarak gösterilebilir. Burada değişmeyen bir durum oluşmuş, işverenin sorumluluğu ve bunun sınırları kesin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu durumda yargı organının görevi, ölen işçinin hak sahiplerine Kurumca bağlanan gelirin, varsa kusur oranlarını ve Kanunun 22. maddesinde belli edilen sermaye değerini saptayarak işverenden tahsiline karar vermekten ibaret kalmaktadır. Bu işlem sonucunda işverenin olayla ilgisi kesilmekte ve sorumlu tutulduğu yüküm böylece yerine getirilmiş olmaktadır. Kanuna uymayan eyleminin sonucu hukuksal yaptırıma maruz kalan ve bunun neticesi olarak da bağlanan gelirin sermaye değerini Kuruma ödeyen ve böylece ilgi ve ilişkisi kesilen işverenin, sosyal hukuk devletinin gereğince olmak üzere çıkarılacak yasa hükümleriyle, Kurumca bağlanmış eski gelirlerdeki artışlardan ve bu artışların peşin sermaye değerlerinden sorumlu tutulmasını hukukla bağdaştırma olanağı yoktur.
İkinci halde ise, böyle kesin bir durum söz konusu değildir. Gerçi bir iş kazası olmuş ve örneğin kazaya uğrayan işçiye sürekli iş göremezlik geliri bağlanmıştır. Kanunun 25. maddesinde belirtildiği üzere sigortalı işçi her zaman iş göremezlik derecesinde bir artma olduğunu ya da başka birinin sürekli bakımına muhtaç duruma girdiğini öne sürerek bağlanan gelirde değişiklik yapılmasını isteyebilecek ve Kurum da sigortalıyı her zaman kontrol muayenesine tâbi tutabilecektir. Bu gibi hallerde bir iş kazası sonucu sigortalı işçiye bağlanan gelir bir kesinlik taşımamakta, artırılması, eksiltilmesi veya kesilmesi gereken bir nitelik göstermektedir.
Bu nedenlerle 26. maddenin birinci fıkrasındaki "ve ileride yapılması gerekli bulunan" deyiminden, neden - sonuç ilişkisi süregelen ve işverenle kesin hesaplaşması yapılmamış olan haller anlaşılmak gerekir. Sözü edilen bu kuralın, neden - sonuç bağı kesin olarak kalkmış ve tasfiyesi yapılmış durumları amaçlamadığı ise açıkça ortadadır. (….)
Kaldı ki, Anayasa Mahkemesi, 23/5/1972 günlü, 1972/2-28 sayılı Kararında "gelirin sermaye değeri, mahkemenin düşündüğünün tersine, Sosyal Sigortalar Kurumunun zenginleşmesi sonucunu her zaman doğurmaz. Çünkü, bir çok olaylarda kendisine gelir bağlanan kişinin söz konusu gelirin değerinin hesaplanması sırasında kabul edilenlerden daha uzun yaşaması ya da bağlanan gelirde yasa ile yapılan değişiklikler dolayısıyla büyük artmalar olması gibi durumla, Sosyal Sigortalar Kurumunun aldığı primleri ve sermaye değeri biçimindeki tazminatı çok aşan ödemeler yapmak zorunda bırakabilir" denilmek suretiyle, bağlanan gelirlerde kanunlarla sonradan yapılan artırmalardan işverenin sorumlu tutulamayacağını belirtmiştir.
Özetlemek gerekirse, iş kazası sonucunda ölen bir işçinin hak sahiplerine kesin olarak bağlanan gelirde, ekonomik ve sosyal bazı nedenlere dayanılarak sosyal hukuk devletinin gereklerinden olan sosyal adalet ve sosyal güvenliği sağlamak maksadı ile yasa ile sonradan artırma yapılmasının, 26. maddenin birinci fıkrasında "ve ileride yapılması gerekli bulunan" biçiminde yer alan kuralın kapsamı dışında kaldığı ve bu niteliğiyle itiraz konusu hükmün Anayasa'ya uygun bulunduğu sonucuna varıldığından itiraz reddedilmelidir. ( 15 )

Dikkat edilirse Anayasa Mahkemesi, 506 yasının 26. maddesinde yer alan
“ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri” düzenlemesini
a) kazaya uğrayan işçiye sürekli iş göremezlik geliri bağlanmasından sonra iş göremezlik derecesinde bir artma olduğunda bağlanan gelirde değişiklik yapılmasını isteyebilecek ve Kurum da sigortalıyı her zaman kontrol muayenesine tâbi tutabilecektir. Bu gibi hallerde bir iş kazası sonucu sigortalı işçiye bağlanan gelir bir kesinlik taşımamakta, artırılması, eksiltilmesi veya kesilmesi gereken bir nitelik gösterdiği için 26. maddenin birinci fıkrasındaki "ve ileride yapılması gerekli bulunan" deyiminden, neden - sonuç ilişkisi süregelen ve işverenle kesin hesaplaşması yapılmamış olan haller anlaşılmak gerekir.
b) bir iş kazasında sigortalı bir işçinin hayatını kaybetmiş olması durumunda, ölen işçinin hak sahiplerine Kurumca bağlanan gelirin, varsa kusur oranlarını ve Kanunun 22. maddesinde belli edilen sermaye değerini saptayarak işverenden tahsiline karar vermekten ibaret kalmaktadır. Bu işlem sonucunda işverenin olayla ilgisi kesilmekte ve sorumlu tutulduğu yüküm böylece yerine getirilmiş olmaktadır. Kanuna uymayan eyleminin sonucu hukuksal yaptırıma maruz kalan ve bunun neticesi olarak da bağlanan gelirin sermaye değerini Kuruma ödeyen ve böylece ilgi ve ilişkisi kesilen işverenin, sosyal hukuk devletinin gereğince olmak üzere çıkarılacak yasa hükümleriyle, Kurumca bağlanmış eski gelirlerdeki artışlardan ve bu artışların peşin sermaye değerlerinden sorumlu tutulmasını hukukla bağdaştırma olanağı yoktur.
Anayasa Mahkemesi’ne göre maddenin birinci fıkrasında yer alan “ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarı ile” ibaresinden ne anlaşılmak gerektiği bir başka kararında daha ayrıntılı açıklanmıştır.
Alıntı:
İptali istenilen ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderler sözcükleri, iş kazası ya da meslek hastalığı ile, uygun neden - sonuç bağı çerçevesinde, sigortalı için sağlık durumunun gerektirdiği sürece yapılan sağlık yardımları ve yukarıda açıklanan türdeki hizmetlerin yol açtığı giderleri amaçlamıştır. (….)
Sonradan yürürlüğe giren yasaların geçmiş ve kesin bir nitelik kazanmış hukukî işlemlere etkili olmaması hukukun temel kurallarından biridir. İş kazası ve meslek hastalığı gibi sigorta dalları nedeniyle Kuruma ve dolayısıyla Devlete ait bir yükümle, işverenin sorumlu tutulması hukukça benimsenemez. Kaldıki, her ne sebeple olursa olsun Devletçe izlenen sosyal ve ekonomik politikaların sonucu olarak sigorta tahsislerinde vuku bulan artışların Kurumun öz kaynaklarından, bunun mümkün olmaması halinde de Devletçe karşılanması esastır.
Özetlemek gerekirse, iş kazası sonucu ölen bir işçinin hak sahiplerine kesin olarak bağlanan gelirde ekonomik ve sosyal bazı nedenlere dayanılarak sosyal hukuk devletinin gereklerinden olan sosyal adalet ve sosyal güvenliği sağlamak maksadıyla yasa ile sonradan artırma yapılmasının 26. maddenin birinci fıkrasında ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin biçiminde yer alan ibarenin kapsamı dışında kaldığı ( 16 )
.
Anayasa mahkemesi “iş kazası sonucu ölen bir işçinin hak sahiplerine kesin olarak bağlanan gelirde ekonomik ve sosyal bazı nedenlere dayanılarak sosyal hukuk devletinin gereklerinden olan sosyal adalet ve sosyal güvenliği sağlamak maksadıyla yasa ile sonradan artırma yapılmasını” madde kapsamında görmediği için iptal kararı vermemiştir. Özellikle Sosyal Sigorta kavramına ilişkin değerlendirmelerinde ve yukarıdakikararından çıkan anlam, “kapsamında görse idi iptal” hükmü kuracağı olmaktadır.
Nitekim 23.11.2006 gün ve 2006/106 Karar sayılı kararının gerekçesinde
Alıntı:
…sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebileceği miktarla sınırlı olmak üzere”
bölümü, anılan sorumluluğun kapsamının belirlenmesinde,
1.7.1994 günlü, E.1992/3, K.1994/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında, sigortalıya bağlanan gelirlerde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeni ile yapılacak artışların da işverenden istenebilmesinin olanaklı görülmesi üzerine iptal hükmü kurulduğunun vurgulanması da bunu göstermektedir.

İŞ KAZASI NEDENİ İLE UĞRANILAN ZARARLARIN GİDERİMİNDE
DENKLEŞTİRME VE İNDİRİMLER

Ülkemiz tazminat hukukunda, giderimi gereken zarar miktarının belirlenmesinde "Fark teorisi" benimsenmiştir. Fark teorisi "zarar görenin malvarlığı,zarar verici olay meydana gelmemiş olsa idi ne durumda olacak idiyse o hale getiren zararı ödettirmek" olarak özetlenebilen bir teori. Burada dikkat edilmek yada gözetilmek gereken olgu da, bu zararlı olayın meydana gelmesinde, zarar görenin katkısı, katılımı (kusuru) var ise bunun sonuçlarını kendi üzerinde bırakmaktır.
Ayrıca kazalının belirlenen zararlarından, olay nedeniyle elde ettiği yararlar (menfaatler) var ise bunların indirilerek zararın netleştirilmesi gerektiği, netleştirilen zarara tazminat olarak hükmedilebileceği kabul edilir.
Sigortalının geçirdiği iş kazası sonucu en az % 10 oranında işgücü yoksunluğuna uğraması (MALULİYETİ) halinde 506 Sayılı Yasa’nın 20. maddesi kendisine bağlanan maluliyet, ÖLÜMÜ HALİNDE ise eş ve çocukları ile ana ve babasına 23 ve 24 üncü maddelerine göre iş kazası sonucu ölüm sigortasından bağlanan aylıkların niceliği ve açılan işgücü yoksunluğu ve destek tazminatı davalarında bunun “maddi tazminattan mahsubu gerekmesinin hukuki sebebi” özlüce şöyle ifade edilir
Alıntı:
Buna göre "gelir", zarar karşılığı olması itibariyle bir tazminat niteliğine haizdir ve sorumluluğu gerektiren hallerde işverenin genel hükümlere göre ödemekle yükümlü olduğu tazminatın bütünlüğü içinde yer alır. Bu bazen işverenin ödemesi gereken tazminata eşit olabileceği gibi, bazen de onun altında veya üstünde olabilir. İşte altında olduğu zaman ikisi arasındaki fark destekten yoksun kalanların işverenden isteyebilecekleri maddi tazminat miktarını oluşturur.
Bunun için sigorta gelirinin peşin sermaye değerini işverenin sorumlu olduğu maddi tazminat miktarından mahsup etmek gerekir. Aksi takdirde hak sahipleri aynı tazminatı ayrı ayrı hem işverenden hem de SSK.'ndan almış olurlar ki, bu haksız zenginleşmeye sebep olacağından hukuken korunamaz. Konu ile ilgili Yargıtay kararlarında yer alan "bu tür davaların hukuki sebebi, SSK.'nca sağlanan gelirlerle karşılanmayan kısmın ödetilmesi ilkesine dayanır" şeklindeki sözler de aynı görüşü yansıtmaktadır. Bu suretle, kurumun 506 sayılı SSK.'nun 26. maddesi uyarınca rücu hakkına sahip olduğu hallerde, işverenin mükerrer ödemede bulunması da önlenmiş olur.( 17 )
Yargıtay Daireleri’nin SSK. tarafından bağlanan aylıkların hesaplanan tazminattan mahsup edilmesine ilişkin kararlarındaki gerekçe benzer anlatımla ifade edilmekte. Temyiz inceleme görevlerinin kendilerinde olduğu tarihler sıralamasına göre içtihadi görüşleri şöyle:
Alıntı:

Sosyal Sigorta yardımlarının mükerrer ödemeyi önleme amacıyla belirlenecek maddi tazminat miktarından indirilmesi gerekmesine ve esasen bu tür tazminat davaları sosyal sigorta yardımlarıyla karşılanmayan zararın giderimini hedef tutmuş bulunmasına göre anılan kararname ile artan sosyal sigorta yardımları dahi maddi tazminattan düşülmek gereklidir. ( 18 )
Alıntı:
Bu tür davalarda, SSK.nca bağlanan gelirin peşin değeri dışında kalan zararın giderilmesini amaçlar. Onun için davacıya SSK.nca bağlanan ve sonradan çıkan yasa ve kararnamelerle artan gelirlerin peşin sermaye değerleri, adı geçen Kurum'dan sorulup, bunun davacının hesaplanan maddi zararı düşülerek sonucuna göre karar vermek ( 19 )

Alıntı:

İş kazasına dayalı tazminat davası Sosyal Sigortalar Kurumuna sağlanan gelirlerin dışında kalan hak ve menfaatlerin tazmini ilkesine dayanmakta olup Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından bağlanan gelirin peşin sermaye değerlerinin hesaplanan maddi tazminattan düşülmesi gerekir.( 20 )

Alıntı:

Dava nitelikçe Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından karşılanmayan zararın giderilmesi istemine ilişkindir. Bu nedenle, haksız zenginleşmeyi ve mükerrer ödemeyi önlemek için kurum tarafından hak sahiplerine bağlanan gelirin peşin sermaye değerinin belirlenen tazminattan düşürülmesi gerektiği Yargıtay'ın yerleşmiş görüşlerindendir.( 21 )

Alıntı:
Dava, nitelikçe Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından karşılanmayan zararın giderilmesi istemine ilişkindir. Bu nedenle bu tür uyuşmazlıklarda ön­celikle zararlandırıcı sigorta olayının iş kazası niteliğinde olup olmadığının tesbiti ile mükerrer ödemeyi ve haksız zenginleşmeyi önlemek için kurum tara­fından hak sahiplerine bağlanan gelirin peşin sermaye değerinin Kurum'dan sorularak bildirilen miktarın en son zarardan indirilmesi suretiyle tazminatın saptanması gerektiği, Yargıtay'ın oturmuş ve yerleşmiş görüşlerindendir.( 22 )

Alıntı:

Tazminat miktarı, hiçbir zaman bu miktarın üstüne çıkmayacaktır. Gerçek zarar belirlendikten sonra, ödenmesi gereken tazminat miktarının tespiti için gerçek zarardan, ölenin kusuru, müzayaka hali, hal ve mevkiin icabı gibi tazminat miktarı ile ilgili indirimlerin yapılması gerekir. Görülüyor ki, önce zararın tayini söz konusu olduğundan zararla ilgili indirim nedenleri, daha sonra tazminatla ilgili indirim nedenleri dikkate alınacaktır. Bu indirimlerin yapılması ile tazminat miktarı belirlenmiş olur.
Şu hususun da özellikle belirtilmesi gerekir ki, iş kazası sonucu ölen işçinin desteğinden yoksun kalanların açacakları tazminat davası, "Sosyal Sigorta kurumlarınca sağlanmış olan haklar dışında kalan zararın ödetilmesi” ilkesine dayandığından ( Hukuk Genel Kurulu'nun 27.9.1967 gün ve 9/1391 Esas, 421 Karar, sayılı kararı zikreden: M. Çenberci; S.G.E., sh. 875, not: 261 ) tespit edilen tazminat miktarından en son olarak SSK.larınca sağlanan hakların peşin sermaye değerinin indirilmesi, eğer bu indirimden sonra bir miktar para kalıyorsa onun tahsiline hükmedilmesi zorunludur, aksi halde mükerrer ödemeye yol açılmış olur.
Buna göre gelir, zarar karşılığı olması itibariyle bir tazminat niteliğine haizdir ve sorumluluğu gerektiren hallerde işverenin genel hükümlere göre ödemekle yükümlü olduğu tazminatın bütünlüğü içinde yer alır. Bu bazen işverenin ödemesi gereken tazminata eşit olabileceği gibi, bazen de onun altında veya üstünde olabilir. İşte altında olduğu zaman ikisi arasındaki fark destekten yoksun kalanların işverenden isteyebilecekleri maddi tazminat miktarını oluşturur.
Bunun için sigorta gelirinin peşin sermaye değerini işverenin sorumlu olduğu maddi tazminat miktarından mahsup etmek gerekir. Aksi takdirde hak sahipleri aynı tazminatı ayrı ayrı hem işverenden hem de SSK.'ndan almış olurlar ki, bu haksız zenginleşmeye sebep olacağından hukuken korunamaz. Konu ile ilgili Yargıtay kararlarında yer alan "bu tür davaların hukuki sebebi, SSK.'nca sağlanan gelirlerle karşılanmayan kısmın ödetilmesi ilkesine dayanır" şeklindeki sözler de aynı görüşü yansıtmaktadır. Bu suretle, kurumun 506 sayılı SSK.'nun 26. maddesi uyarınca rücu hakkına sahip olduğu hallerde, işverenin mükerrer ödemede bulunması da önlenmiş olur. ( 23 )


6.3.1978 gün ve 1978/1 Esas 1978/3 karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nı “SSK.'nca hak sahiplerine ölüm sigortasından bağlanan aylıkların, destekten yoksun kalma tazminatının belirlenmesinde zarardan düşülmesini, haklı kılacak yasal ve makul bir neden” olmadığı olarak yorumlayan Hukuk Genel Kurulu Kararı’nda vurgulanan iki önemli hukuki niteleme dikkat çekici;
a)bu tür davaların hukuki sebebi, SSK.'nca sağlanan gelirlerle karşılanmayan kısmın ödetilmesi ilkesine” dayandığı.
b) SSK. tarafından bağlanan gelirlerin peşin sermaye değerlerinin işverenin sorumlu olduğu maddi tazminattan mahsup edilmemesi halinde, hak sahipleri aynı tazminatı, hem işverenden hem de SSK.'ndan almış olacağından, bunun “hukuken korunamaz” haksız zenginleşmeye sebep olacağı.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun yukarıda anılan kararındaki ilke, biri “maddi”, diğeri ise “usuli” özel hukuk “müessesesi” tabanlı bir hukuki niteleme. “haksız – nedensiz yada sebepsiz zenginleşme” ve önceki medeni kanunun 2. maddesinde ifadesini bulan “hukuki korumadan yoksunluk.”
Diğer anlatımla, bir hak, “haksız zenginleşme” yaratıyor ise, bu hakkın kullanımı “hukuki koruma” görmemelidir.
Geçirdiği iş kazası sonucu bedeni bütünlüğü bozulan bir işçinin açtığı davada, işvereninin, SSK. tarafından kazalı işçiye bağlanan gelirlerin peşin değerlerinin, bedeni bütünlüğünün bozulması nedeni ile ortaya çıkan ve tazmini gereken zararından mahsubunu isteme hakkına sahiptir. Çünkü "bu tür davaların hukuki sebebi, SSK.'nca sağlanan gelirlerle karşılanmayan kısmın ödetilmesi ilkesine” dayanmaktadır.
Dahası da bu, 506 sayılı yasanın 26. maddesi uyarınca “bağlanan sigorta gelirinin peşin sermaye değerini” Sosyal Sigortalar Kurumu’na ödeme borcunun doğurduğu bir haktır. Diğer anlatımla, bu zararlandırıcı olay nedeni ile bir başka kişinin (sigortanın) haksahibine ödediği tazminat, “zararlandıran” adına yaptığı 3. kişi ödemesidir.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun bir kararında da bu ödeme;
Alıntı:
…iş kazası ve meslek hastalığı geliri ve onun artırılmış hali, iş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden ibarettir.( 24 )
olarak nitelendirilmiştir.
Görülüyor ki iki daire kararı ile oluşan temel çelişki, 21. Hukuk Dairesi uygulamasının “iş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden” daha fazla bir miktarın mahsup edilmesini sağlayarak onların, ödemekle yükümlü oldukları ilk peşin değer ile son peşin değer arasındaki fark kadar “haksız zenginleşmesine” yol açmakta olduğu.
Yine Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında da, Sosyal Sigortalar Kurumu’nun sigortalıya ve hak sahiplerine yaptığı yardımlar dolayısıyla işverene rücu hakkına ilişkin yorumsal gerekçe de dikkat çekicidir.
Alıntı:

Sosyal Sigortalar Kurumu’nun sigortalıya ve hak sahiplerine yaptığı yardımlar dolayısıyla işverene başvurması rücu hakkını kullanmaya yönelik olup, Kurum’un işverene başvurma hakkı, yasal ardıllık (kanuni halefiyet) tır. Bunu ödeyen kişi, ödediği borç oranında alacaklının yerine geçmektedir. Bu yönüyle ardıllık, basit bir rücu hakkına oranla daha geniş olanaklar sağlar. Rücu hakkı, ifa ile ortadan kalkan alacaktan bağımsız, ayrı bir haktır. Ardıllık ise alacağın ifa ile sona ermeyip üçüncü kişiye geçmesi anlamına gelir. Basit rücu hakkına sahip olan kimse, alacaklıya ait imtiyazlardan, yetkilerden ve fer’i haklardan yararlanamaz. Buna karşılık yasal ardıllıkta alacak hakkına bağlı olarak alacaklının sahip bulunduğu ayrıcalıklar, yetkiler ve ikinci (fer’i) haklar, ödemede bulunana geçmektedir.
Yasal ardıllık ilkesi, işverenin Kurum karşısındaki sorumluluğunun sınırlarını da belirler. Kurum’un ödettirme hakkının en üst sınırı, sigortalının ve onun hak sahibi kimselerinin sorumlulardan isteyebileceği miktar olup, davalı, kazaya uğrayan sigortalı, ölümü halinde hak sahibi kimselerine karşı olağan biçimde sorumlu bulunduğu miktarın üstünde bir meblağ ödemek zorunda değildir. ( 25 )

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun yukarıda anılan kararında
…iş kazası ve meslek hastalığı geliri ve onun artırılmış hali, iş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden ibarettir.
olarak tanımlanmış ise, ve Anayasa Mahkemesi de bu hakkı
"Kurum’un işverene başvurma hakkı, yasal ardıllık (kanuni halefiyet) tır. Bunu ödeyen kişi, ödediği borç oranında alacaklının yerine geçmektedir."
olarak yorumluyor ise,
İŞVEREN S.S.KURUMUNA “iş kazası ve meslek hastalığı geliri ve onun artırılmış hali” OLARAK YALNIZCA İLK PEŞİN DEĞERİNİ ÖDEME YÜKÜMÜNDE İSE VE Hukuk Genel Kurulu’nun 31.01.1986 gün 1985/9-9853 Esas 1986/67 Karar sayılı kararı’nda da vurgulandığı gibi İşçinin (veya) desteğinden yoksun kalanların açacakları tazminat davası, "Sosyal Sigorta kurumlarınca sağlanmış olan haklar dışında kalan zararın ödetilmesi” ilkesine dayandığından (ve) bunun için sigorta gelirinin peşin sermaye değerini işverenin sorumlu olduğu maddi tazminat miktarından mahsup etmek" gerekiyor (ise)
iş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden” daha fazla bir miktarın mahsup edilmesini sağlayarak tazminata hükmetmek, hak ve adalet kuralları ile, yukarıda anılı içtihadı birleştirme kararına aykırı bir uygulama olmaz mı ?

SSK TARAFINDAN BAĞLANAN
GELİRLERDEKİ ARTIŞLAR “POZİTİF” ARTIŞ MI ?
iş kazasına uğrayan sigortalıya, ölümü durumunda onun hak sahiplerine yaptığı Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından yapılacak sosyal sigorta yardımlarının neler olduğu ve nasıl yapılacağı Sosyal Sigortalar Yasası’nın 12., 13. ve 14. maddelerinde belirlenmiştir.
Kurum tarafından sigortalıya veya hak sahibi kimselerine yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede belirtilen tarifeye göre hesaplanacak sermaye değerleri toplamı, sigortalı ya da hak sahibi kimselerin işvereninden sorumlu bulunduğu miktarlarla sınırlı olmak üzere ödettirilebilmesi için iş mahkemesine Kurum tarafından açılacak rücu davası ile istenebilecektir.
506 Sayılı Yasa’nın 26. maddesi
“İş kazası veya meslek hastalığı, işverenin kastı veya işçilerin sağlığını koruma ve iş güvenliği ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı hareketi veyahut suç sayılır bir eylemi sonucunda olmuşsa, Kurumca sigortalıya veya hak sahibi kimselerine yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri toplamı işverenden alınır.” Düzenlemesini içermektedir.
Anaya Mahkemesi’nin 1975/198 E. Sayılı kararında “iş kazası sonucunda ölen bir işçinin hak sahiplerine kesin olarak bağlanan gelirde, ekonomik ve sosyal bazı nedenlere dayanılarak sosyal hukuk devletinin gereklerinden olan sosyal adalet ve sosyal güvenliği sağlamak maksadı ile yasa ile sonradan artırma yapılmasının” “26. madde kapsamında olmadığı yorumunu yaptığına yukarıda değinmiştik.
Gerçekten de, SSK. tarafından bağlanan gelirlerde, ilk gelir bağlanmasından sonra yaptığı attırmalar “ekonomik ve sosyal nedenlerle” yapılan ve gerçek anlamda gelir artışı sonucunu değil, aksine “eksilme” sonucunu yansıtan “salt sayısal” artışlardır.

Bunu görebilmek için 2000 sonrası yıllar (son on yıllık) ekonomik verileri ile “devlet memurları” maaşlarındaki artışlar (ki SSK. tarafından bağlanan gelirlerdeki artışlarda aynı “katsayı” esasına göre oldu) DİE. Verilerine göre Türkiye’de gerçekleşen Enflasyon oranlarını (TÜFE) karşılaştırdık. “Sayılar yalan söylemez” derler örneği sonuçlar çarpıcı ve “ekonomik” nedenler sosyal nedenlerin, çok çok önüne geçerek, neredeyse yılların tamamında, gerek çalışanların, gerek ise emeklilerin maaşlarında değil ki artış, sürekli olarak azalma göstermekte.

BAĞLANAN GELİRLERİN PEŞİN SERMAYE DEĞERİ
506 Sayılı Yasa’nın 26. maddesinin “rücu” olanağı veren hükmü “Kurumca sigortalıya veya haksahibi kimselerine yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanırsa bu gelirlerinin 22 nci maddede belirtilen tarifeye göre hesaplanacak sermaye değerleri toplamı kurumca işverene ödettirilir.” Anlatımını içeren bir düzenleme. Kurum’un ödettirme hakkının, gerek işveren gerek ise 3. kişilere karşı kullanılma hakkının kullanımında ilk belirleyici unsur, “kusurlu” olmaları olup sorumlulukları da sigortalının kusurundan artan kısımdaki “katılma” paylarıdır. 29/7/2003 gün ve 4958 sayılı kanunun 28 maddesi ile eklenen cümle ile bu sorumluluğun kapsamı “İşçi ve işveren” yönünden “sorumluluğunun tespitinde kaçınılmazlık ilkesi dikkate” alınması olarak daraltılmıştır.
İşveren sorumlu olduğu kurumca “bağlanan gelirlerin sermaye değerleri” 22. maddede yapılan yetkilendirme ve görevlendirme sonucu Çalışma Bakanlığı tarafından 1965 yılında düzenlenip yürürlüğe konulan bir tarife vardır. Bu Tarife eki 4 cetvel mevcut olup ayrıca SSK tarafından hazırlanmış bir de 22 yaş cetveli bulunmaktadır. İstenilen peşin değerler hesapları bu cetvellere göre yapılır.
Her dört cetvel de peşin değer, rantın peşin değerini bulma yöntemine göre vermektedir. Cetvelin yaş karşısındaki sütunlarda, miktarı (100) lira olan gelir için peşin değer veren bir katsayı verilmiştir. Bu katsayı kazalının yıllık geliri ile çarpılıp yüz (100) sayısına bölünerek istenilen peşin değer; yani gelir bağlananın tüm yaşamı varsayılan süre boyunca alacağı sigorta gelirinin peşin değerini verir.
(2),(3) ve (4) no'lu cetveller de aynı nitelikte. Kaza sonucu ölen işçinin gelir bağlanan çocuklarının, (sırasıyla) (18)-(20) ve (25) yaşlarına kadar gelir almaya devam etmeleri halinde kendileri ne ödenecek sigorta gelirlerinin peşin değerlerini bulmada kullanılırlar.
Cetvellere göre peşin değer bulma işlemi şöyle yapılır.
A- Kazalı veya hak sahiplerine bağlanan gelir, gelir bağlama tarihindeki yaşlarının peşin değer çarpanı ile çarpılıp bir peşin değer (ilk peşin değer) bulunur.
B-Bu tarihten sonra, gelirde bir artış olmuş ise, gelir artış tarihindeki yaşı karşısındaki çarpanın, gelirin artan miktarı ile çarpılması suretiyle elde edilen sonuç daha önce (A'da) bulunan ilk peşin değere eklenir.
C- Hesap tarihine kadar gerçekleşen artışlar için, her artış tarihindeki yaşı karşısındaki çarpan, gelirin sadece artan miktarı ile çarpılarak bulunan miktarın önceki toplamlara eklenmesi ile yetinilir.
Tarifenin düzenlendiği 1965 yılında "kanuni faiz" % 5 olduğu için, peşin değer hesaplama işlemi de % 5 oranlı faiz üzerinden hesaplanmaktadır. Oysa Yargıtay uygulamasında da kazalıların gelirleri %10 oranlı faiz ile iskonto edilerek peşin değere çevrilmektedir.
Kazalı % 10 faiz oranı esas alınarak “iskonto” edili kazançların oluşturduğu zarardan ( kazalının zararı % 10 faizle iskonto sonucu bulunduğu gerçeği) % 5 oranlı faiz üzerinden iskonto edilerek bildirilen ”kurumca bağlanan gelirinin peşin değerlerin” mahsubunun doğru bir aritmetik işlem olmadığı tartışmasızdır.
506 sayılı yasada, kurumun işverene “rücu” hakkının düzenlenirken, bunun 22. madde uyarınca çıkarılan “tarifeye göre hesaplanacak sermaye değerleri” ile nitelendirildiği halde iş kazası nedeni ile uğranılan zararların gideriminde, hesaplanan zarardan 22. madde uyarınca çıkarılan tarifeye göre hesaplanacak peşin değerlerinin mahsup edileceğine ilişkin bir hüküm yoktur;buna ilişkin başkaca bir normatif düzenleme de yoktur. Kurum tarafından iş kazası nedeni ile bağlanan gelirlerin peşin değerlerinin mahsubu gereği, “içtihadi” uygulama ile hukukumuza girmiştir.
Bu Hukuk Genel Kurulu’nun 31.01.1986 gün 1985/9-9853 Esas 1986/67 Karar sayılı kararı’nda
Alıntı:
İşçinin (veya) desteğinden yoksun kalanların açacakları tazminat davası, Sosyal Sigorta kurumlarınca sağlanmış olan haklar dışında kalan zararın ödetilmesi” ilkesine dayandığından (ve) bunun için sigorta gelirinin peşin sermaye değerini işverenin sorumlu olduğu maddi tazminat miktarından mahsup etmek gerekir

Olarak ifade edildiği gibi 1.7.1994 gün ve 1992/3 -3 K. İçtihadı Birleştirme Kararı’nda da
Alıntı:
Buna göre gelir, zarar karşılığı olması itibariyle bir tazminat niteliğine haizdir ve sorumluluğu gerektiren hallerde işverenin genel hükümlere göre ödemekle yükümlü olduğu tazminatın bütünlüğü içinde yer alır. Bu bazen işverenin ödemesi gereken tazminata eşit olabileceği gibi, bazen de onun altında veya üstünde olabilir. İşte altında olduğu zaman ikisi arasındaki fark destekten yoksun kalanların işverenden isteyebilecekleri maddi tazminat miktarını oluşturur.
Bunun için sigorta gelirinin peşin sermaye değerini işverenin sorumlu olduğu maddi tazminat miktarından mahsup etmek gerekir. Aksi takdirde hak sahipleri aynı tazminatı ayrı ayrı hem işverenden hem de SSK.'ndan almış olurlar ki, bu haksız zenginleşmeye sebep olacağından hukuken korunamaz. Konu ile ilgili Yargıtay kararlarında yer alan "bu tür davaların hukuki sebebi, SSK.'nca sağlanan gelirlerle karşılanmayan kısmın ödetilmesi ilkesine dayanır" şeklindeki sözler de aynı görüşü yansıtmaktadır. Bu suretle, kurumun 506 sayılı SSK.'nun 26. maddesi uyarınca rücu hakkına sahip olduğu hallerde, işverenin mükerrer ödemede bulunması da önlenmiş olur.
olarak nitelendirilmiştir.
Şayet “içtihadı birleştirme kararlarının bağlayıcı” olacağına kuşku duymuyor isek, içtihadı birleştirme kararı gerekçesi gibi işçinin hesaplanan tazmini gereken zararından (tazminattan) “işverenin ödemekle sorumlu olduğu sigorta gelirinin peşin sermaye değeri” kadar bir miktar mahsup edilmelidir. İş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden” daha fazla bir miktarın mahsup edilmesi sağlanarak onların, ödemekle yükümlü oldukları ilk peşin değer ile son peşin değer arasındaki fark kadar “haksız zenginleşmesine” yol açılmamalıdır.
Ayrıca, bir başka önerimiz de var; mahkemelerimiz önüne gelen onbinlerce “iş kazası nedeni ile rücuan tazminat davasının açılması gereğini ortadan kaldıracaktır. Bağlanan gelirlerin peşin değerlerinin sorulması ile birlikte bunu ödeyen kişi olarak ödediği borç oranında alacaklının yerine geçerek kanuni halef durumuna geçen S.S.Kurumu’nun da davaya katılması sağlanmalı, en azından davanın davalısının bu miktarı “S.S.Kurumu’na ödemesi gerektiğinin tespiti” yolunda hüküm kurulması yoluna gidilmelidir.

SONUÇ :
1- Mahkeme kararları, usul kanunlarında düzenlenen “zorunlu unsurları” yada kanuni içerikleri ile bir bütün olarak hüküm ifade eder ve bir bütün olarak hukuk düzeninde yer alırlar. “gerekçe” kurulan Kararlardaki “hüküm” bölümünün temel yapısını oluşturan bölümdür. Kararın nedenini, dayandığı maddi ve hukuki sebeplerin isabetli ve hükmün doğru olup olmadığını anlaşılmasında en belirleyici bölümüdür
Başka bir anlatımla, mahkemelerin, davanın sonucuna etkili olay olgu ve argümanları ve kararın verilmesine neden olan temelleri yeteri açıklıkta ve ayrıca belirtilen “KARAR” kısmıdır gerekçe.
Bu anlamda da, mahkeme kararları, “hüküm” fıkrası ile olduğu kadar, “hüküm” fıkrasının temelini oluşturan bölümü olarak gerekçesi ile de bağlayıcı olduğundan 506 sayılı yasanın 26. maddesinin bir bölümünün iptali istemi ile açılan 5 ayrı itiraz davasında, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kararlardaki gerekçenin de 1982 Anayasası’nın 153. maddesinin son fıkrasındaki düzenleme gibi “yasama, yürütme ve yargı organları ile yönetim makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayıcı” olduğu tartışmasız olarak kabul edilmelidir.
2- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesi gibi işçinin hesaplanan tazmini gereken zararından (tazminattan) “işverenin ödemekle sorumlu olduğu sigorta gelirinin peşin sermaye değeri” kadar bir miktar mahsup edilmelidir.
İş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden” daha fazla bir miktarın mahsup edilmesi sağlanarak onların, ödemekle yükümlü oldukları ilk peşin değer ile son peşin değer arasındaki fark kadar “haksız zenginleşmesine” yol açılmamalı.
Ereğimiz, “Haksız zenginleşme” istenç ve istemlerinin “hukuki koruma görmemesi”; sorunun da evrensel hukuk ilkeleri ışığında adil bir çözüm yoluna sokulması.
Ekim 2007 Ankara
Avukat
Turabi Tural

Dipnotlar
( 1 )Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 12.04.2007 gün 2006/14433 Es. 2007/5826 K.Sayılı K.
( 2 ) Cümle 21. Hukuk Dairesinin 01.02.2001 ve 2001/601 K. Sayılı kararından alıntı
( 3 ) Benzer sözlerle aynı görüş Yargıtay HGK.nun 24.10.2001 gün 2001/4-1016 Kararında ifade edili
( 4 ) Örneğin, 21. HD.sinin 2003/10313 K. Sayılı, 19. HD.sinin 2003/984 K. S. 15.HD.sinin 2001/4463 K., 8. HD.sinin 200/3821 K.,12 HD.sinin 1988/4535 K.;13 HD.sinin 1990/3403 K ve HGK. 1993/153 K. Sayılı kararları gösterebileceğimiz örneklerdir.
( 5 ) Yargıtay 9. H.D. 13.06.2006 gün 2006/17258 Karar sayılı kararı
( 6 ) Hakim Binbaşı İlter Aksoylu AYİM: dergisi 21. Sayı “İdari Yargı Kararları ve Gerekçelerinin Bağlayıcılığı
( 7 ) Anayasa Mahkemesi’nin 13.5.1998 gün ve 1996/51 E. Sayılı kararı.
( 8 ) Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 29.01.1992 gün ve 1992/20 K Sayılı Kararı
( 9 ) Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 29.06.1994 gün ve 1994/2-244 E. Sayılı kararı
( 10 ) Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 27.2.2002 gün ve 2002/1-19 E. Sayılı kararı
( 11 ) Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 21.4.1995 gün ve 1995/3184 E. Sayılı kararı
( 12 ) Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu . 03.07.1989 gün ve 1985/5 E. Sayılı kararı
( 13 ) Danıştay 6. Dairesi’nin 6.3.2002 gün ve 2002/628 E. Sayılı kararı
( 14 ) Danıştay 1. Dairesi’nin 11.02.2004 gün ve 2004/8 E. Sayılı kararı
( 15 ) 18.3.1976 gün 1975/ 198 Esas : 1976/ 18 Karar sayılı kararı
( 16 ) 20.12.1983 gün 1982/4 esas ve 1983/17 Karar sayılı kararı
( 17 ) Hukuk Genel Kurulu’nun 31.01.1986 gün 1985/9-9853 Esas 1986/67 Karar sayılı kararı
( 18 ) Yargıtay 10. HD. 23.09.1977 gün ve 1977/5599 K. ve 10.5.1976 gün 1976/3415 K. sayılı
( 19 ) ) Yargıtay 9. HD. 21.11.1982 gün ve 1982/423 K.Sayılı kararı
( 20 ) Yargıtay 9. HD. 19.04.1990 gün ve 1990/5129 K.Sayılı kararı
( 21 ) Yargıtay 21. HD. 24.10.2000 gün ve 2000/7188 K.Sayılı kararı
( 22 ) Yargıtay 21. HD. 07.07.2004 gün ve 2004/6503 K.Sayılı kararı
( 23 ) Hukuk Genel Kurulu’nun 31.01.1986 gün 1985/9-9853 Esas 1986/67 Karar sayılı kararı
( 24 ) Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun 1.7.1994 gün ve 1992/3 E. 1993/3 K. Kararı
( 25 ) Anaya M. 2.5.1991 gün ve 1990/28 Esas , 1991/11 K. Sayılı kararı
Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Bir Kararın Sonuçları Ve Düşündürdükleri" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Turabi Tural'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.


[Yazıcıya Gönderin] [Bilgisayarınıza İndirin][Arkadaşa Gönderin] [Yazarla İletişim]
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
» Makale Bilgileri
Tarih
18-10-2007 - 00:02
(6066 gün önce)
Yeni Makale Gönderin!
Değerlendirme
Henüz hiç değerlendirilmedi.
Okuyucu
6460
Bu Makaleyi Şu An Okuyanlar (1) :  
* Son okunma 19 saat 27 dakika 26 saniye önce.
* Ortalama Günde 1,06 okuyucu.
* Karakter Sayısı : 72272, Kelime Sayısı : 6798, Boyut : 70,58 Kb.
* 1 kez yazdırıldı.
* 7 kez indirildi.
* 6 okur yazarla iletişim kurdu.
* Makale No : 697
Yorumlar : 0
Bu makaleye henüz okuyucu yorumu eklenmedi. İlk siz yorumlayın!
Makalelerde Arayın
» Çok Tartışılan Makaleler
» En Beğenilen Makaleler
» Çok Okunan Makaleler
» En Yeni Makaleler
THS Sunucusu bu sayfayı 0,21843696 saniyede 15 sorgu ile oluşturdu.

Türk Hukuk Sitesi (1997 - 2016) © Sitenin Tüm Hakları Saklıdır. Kurallar, yararlanma şartları, site sözleşmesi ve çekinceler için buraya tıklayınız. Site içeriği izinsiz başka site ya da medyalarda yayınlanamaz. Türk Hukuk Sitesi, ağır çalışma şartları içinde büyük bir mesleki mücadele veren ve en zor koşullar altında dahi "Adalet" savaşından yılmayan Türk Hukukçuları ile Hukukun üstünlüğü ilkesine inanan tüm Hukukseverlere adanmıştır. Sitemiz ticari kaygılardan uzak, ücretsiz bir sitedir ve her meslekten hukukçular tarafından hazırlanmakta ve yönetilmektedir.